Taş yağmuru altında siyaset

Röportaj ve Foto: Sebahattin Çelebi

Muhammed Salih, Özbekistan’ın bağımsızlığında önemli şahsiyetlerden biri. Milliyetçi ve özgürlükçü düşünce yapısının arkasında bu taşlanmışlığı iliklerine kadar hisseden, yaşayan bir vatan aşığı. Avrupa’nın en özgün ve en kaliteli Türk dergisi Platform için, Muhammed Salih’le görüştük…

O, Özbekistan Erk Partisi lideri. Yıllardır Devlet Başkanı İslam Kerimov tarafından takip edilen, bulunduğu ülkeden sınırdışı edilmesi istenen biri. Dünyaca ünlü medya organlarının röportaj için peşinde olduğu Özbekistan bağımsızlığının mimarlarından Muhammed Salih, Platform’a konuştu…

11 yıl evvelki Taşkent sokakları geldi gözlerimin önüne… Bir günlüğüne gittiğim bu ülkede, iner inmez şahit olduğum olay bugün bile aklımdan çıkmıyor. Bir gazeteci dostumun, eşinin gözleri önünde öldüresiye dövülerek kanala atıldığı anı, yeniden yaşar gibi oldum. Amacım, ‘Geceyarısı Ekspresi’nin Özbek versiyonunu yazmak veya anlatmak değil elbette. Böylesine ağır bir yıkımı, belki ben unutabilirim ama, o arkadaşımın eşinin ve çocuklarının unutabileceğini zannetmiyorum.

Baskıcı, totaliter rejimlerin en büyük korkusu kendi halklarıdır. Özbekistan milli davasının en büyük ismi, büyük vatansever ve demokrat Muhammed Salih bu açıdan son derece önemli bir isim. Sürgünde yaşıyor…

Bazı kavgalar vardır, taş yağmurlarını andırır. Ancak; taşlananlar anlar, onun ne anlama geldiğini, ne denli acı verdiğini. Taif’imsi bir hüzündür bu. Başı yaran, kolu kıran taş değildir acı veren. Taşların en büyüğü, vatan hasreti ile yanan yüreğe atılan taştır…

Sayın Salih, siz Özbekistan’ın bağımsızlığında önemli rol oynamış isimlerdensiniz. Ancak şu an ülkenize dönemiyorsunuz. 1993’ün Nisan ayından bu yana ‘gurbet’ hayatı yaşıyorsunuz. Muhammed Salih’in gurbet serüveni nasıl başladı’ Niçin buralardasınız?

1993’ün başına gelindiğinde, Özbekistan’da ‘bağımsızlık’ demogijisi türedi. Daha dün bağımsızlığın ezelî düşmanı olan komünistler, şimdi kendilerini bağımsızlık mimarları olarak tanıtmaya başladılar. Hatta ‘Bağımsızlık madalyası’ ihdas edip, göğüslerine takındılar.

Yeniden yapılanma devrinde bağımsızlık istediği için Sovyet Devletinin düşmanı sayılan siyasî muhalefet şimdi rejim tarafından bağımsızlık düşmanı olarak tanıtılıyordu. Muhalefet halkın huzurun bozan, yıkıcı, hükümetin ifadesiyle, ‘kara güçtü’ artık. Halkı buna inandırmak için muhalefetin somut suçlarını göstermek lazımdı. Bu suçlar çabucak biçilip dokundu. Bunun ilki ‘Millî Meclis’ işi oldu. Bu uydurma iddianameyle ‘Erk’ sekreteri Atanazar Arif bir yıl, ‘Erk’ üyesi Selavet Umrzakov bir yıl, ‘Birlikçi’ler Hazretkul Hudayberdi ve Alim Kerimov birkaç ay hapis yattılar. Bu Kerimov rejiminin ilk ‘denemesi’ idi. Daha 20 yıllık hapis ve ölüm cezaları ilerideydi.

1992 Ağustosu’ndan 1993 baharına kadar KGB tarafından devamlı gözetim altında yaşadım ve hemen hemen hiçbir faaliyette bulunamadım. Gazetelerimizin yayını durdurulmuştu. Halkla görüşmeye fırsat verilmiyor, gittiğim yerlerde provokasyon tezgahlayıp, kavga çıkarıyorlardı.

1993 Martında Bahtiyar İsabekov’un ‘Erk Yolunda'[21] adlı kitabı yayınlandı. Yurt dışında basılan bu kitabın birkaç yüz nüshası Taşkent’te dağıtıldı. Kitap, ‘Erk’ partisinin kısa bir tercüme-i halini anlatıyordu. 1993 Nisan başında bu kitaptan ötürü beni tutukladılar. Önce parti ofisine ‘Sizi İçişleri Bakanı sohbete çağırıyor, beni gönderdiler’ diyerek bir albay geldi. Onun arabasıyla gittik. Bakan Almatov karşıladı, saygılı davrandı, bazı adamların jurnali dolayısıyla hükümetin benim hakkımda kötü fikre vardığını söyledi. Eğer vaktiniz varsa aşağıda şehir savcısı Corayev oturuyor, onun bazı sorularına cevap verip giderseniz iyi olur’ dedi. Bu sorgulama on iki saat sürdü.

Sorgulama sonunda savcı ‘Siz bağımsızlık düşmanısınız’ dedi. Ben bu söze karşılık hiçbir şey söylemedim. Benim önümde bağımsızlığın bugünkü dostu, dünkü düşmanı bir adam oturuyordu. Bu 20. asrın evrimlerinden biriydi.

Corayev’in sorgulamasından sonra, gece saat birde beni başka bir odaya götürdüler. Orada boynumdaki kravatı, pantalonumdan kemer ve ayakkabımdaki bağcıkları aldılar. Saat ve cebimdekileri de alarak bir kenara koydular. Sonra içişleri bakanlığının bütün Sovyetler Birliğine şöhreti yayılan bodrumuna indik. Bodrum katta, asansörden inilen yerin sol tarafında mahpuslardan dinlediğim ‘bardak’a sokarak arkamdan kilitlediler. ‘Bardak’ta eğilerek durdum. Çünkü tavanı o kadar alçak, eni ve boyu bir metre bile gelmeyen gerçek bir bardaktı. Oturmaya iğrendim. Oturacak yer öyle pisti ki.

Yarım saat geçmişti ki kapı açıldı. Dışarıya çıkardılar. Sonra elime yatak yorgan tutuşturdular. Uzun koridor boyunca yürümeye başladık. Hücrelerin kapıları iki kat demirden olup müthiş gıcırtıyla açılıyordu. Böyle bir gürültüyle bir hücreye sokarak arkamdan kapıyı kilitlediler.

Bodrum katta, dört gün kaldım. Her gün akşam Corayev bodrumdaki bir odada sorguladı. Her gün yüzüme bakarak ‘Şimdi nasılsınız” diyerek gülümserdi. Ben de ‘Teşekkür, iyiyim’ diyerek gülümserdim. Hakikaten de, iyiydim. Hücre arkadaşlarım bana yol yordam göstermişlerdi. ‘Sorgulanmaya giderken sakalı kesmek gerek, savcı sizi ‘boyun eğmiş’ olarak düşünmemeli’ gibisinden bilgece öğütlerde bulunarak, bir yerlerden traş malzemeleri bulup sakalımı kesmeye yardımcı olmuşlardı. ‘Buradan Taşkent hapishanesine gidelim, orada size cennet kurarız ağabey, siz hiç endişelenmeyin’ diyerek oradaki ‘şakiler’ bana hükümetin göstermediği saygıyı gösterdiler. Allah onlara yardım etsin.

Sonra beni serbest bıraktılar.

Tükendiğinizi hissettiğiniz, ‘acaba’ dolu anlar yaşadığınız oldu mu peki?

Serbest bıraktıklarında bir polis albayıarabasıyla eve kadar bıraktı. Onun yolda söyledikleri hiç aklımdan çıkmıyor. ‘Salih ağabey, bu kavgayı ne yapacaksınız, işte sizi tutukladılar, kimse ‘gık’ diyebildi mi’ Halkınız henüz böyle şeylere hazır değil’ dedi. Onun sözleri bir hançer gibi saplandı. Eve geldim. Ailemi sevindirdim ama yüreğim sıkıntılıydı. İçimde helâk edici bir moral bozukluğu hissettim. Sanki birisinin ‘senin yolun doğru’ demesini istiyordum. ‘Sen daima doğruyu söyledin, hiç kimseye ihanet etmedin, milletine daima iyilik diledin’ demesini istiyordum. Aynı zamanda böyle bir isteğin utanç verici olduğunu da biliyordum. Çünkü ben insanlara moral vermek, ümit aşılamak için meydana çıkmıştım. Onlardan moral almak için değil. Siyaset, taş yağmuru altındaki hayatttır. Bu taşları gül ve çiçek olarak kabul etmek sana farz. ‘Beni anlamadınız, ben başka şeyi söylüyorum’, diyemezsin. Çünkü bu faydasızdır. Anlamamak, başkalarının vazifesi, anlatmak ise senin vazifen. ‘Filan kimse ihanet etti’ demeye de hakkın yok çünkü hiç kimse senin seçtiğin ülküye sadık olmak mecburiyetinde değil. Bu yola girdin mi, ıstıraba karşı isyan etmeyeceksin. Allah’a şükret. Zaten bütün ömrün boyunca bu hayatı arzu etmiştin, bu hayatın hayaliyle şiirler yazmıştın, işte şimdi karşında duruyor, kabul et. Ancak tereddüte düşme, şüphelenme, şikâyet etme, inleme…

Peki Özbekistan’da ayrılma kolay oldu mu’ Kerimov iktidarı sizin ülkeyi terketmenize neden müsade etmiş olabilir?

Aslında ben Özbekistan’dan ayrılmayı istemiyordum. Ayrıldığım gün nedense, evin çevresini gece gündüz kuşatan polisler görünmüyordu. Bu durumdan biraz şüphelendim. Aklımdan ‘Özbekistan’dan ayrılmamı hükümet mi tezgahlıyor acaba” diye bir fikir geçti. Gelen dostların içinde birisi eskiden emniyette çalışmıştı. Bu durum şüphemi daha da arttırdı. Ama bunu kimseye söylemedim çünkü bu adam birkaç yıldan beri teşkilata mühim hizmetlerde bulunmuştu. Onu incitmeyi istemedim. Neyse, kesin bir karar olmadan, tereddüt ede ede Bakü’ye gittim. Orada Azerbaycan Başkanı Ebulfeyz Elçibey ile görüştük. Kendisi ‘Sizin durumunuzda dışarıda faaliyet yürütmek optimal yol’ dedi. Bu faaliyet için yardımını esirgemeyeceğini söyledi.

Özbekistan hükümeti sizin bulunduğunuz ülkeyi tespit etmek için büyük gayret gösteriyor. Öğrendiklerinde de sizi sınırdışı ettirmek için ellerinden geleni yapıyor. Bu sürgün döneminde neler yaşadınız, nerelere gittiniz, nasıl karşılandınız?

15 Nisan günü İstanbul’a geldim. Hava meydanında Azerbaycan’ın İstanbul başkonsolosu, eski dostum, şair Abbas Abdulla karşıladı. Onun evinde bütün gece uyumadan dertleştik.

İki gün sonra 17 Nisan günü Türkiye Cumhurbaşkanı Turgut Özal kabul edecekti. Kabul saati yirmi otuz olarak belirlenmişti. Saat on dört otuzda İstanbul’dan Ankara’ya uçakla gittim. Beni Başbakanlık görevlileri karşıladı. Onların yüzlerindeki ifadeyi görünce ‘Ne oldu, hayır mı” diye sordum. ‘Maalesef hayır değil, üç saat önce Cumhurbaşkanımız Turgut Özal vefat etti’ dediler.

1993 Mayıs 1994 Ekim aralarında Türkiye’de kaldım, sonra Kerimov’un baskısı sonucunda Türkiye’den Almanyaya gittim, iki yıl sonra 1996’da Türkiye’ ye geri döndüm. Ama 1997 başındaBulgarıstan’a sürüldüm, sonra tekrar Türkiye’yegeri döndüm, 1998’de Romanya ya”yolladılar”, oradan Ukrayna’ya gittim, sonra Moskova’ya geçtim, Kerimov’uncasusları etrafımda dolaşmaya başladılar ve ben Ukrayna’ya geri döndüm. Kiev’de de tehlikeli durum belirdi ve ben İsviçre’nin Basel Belediyesi’nin davatiyesi ile özel konuk sıfatında İsviçre’ye geldim. Ve nihayet 1999’da Birleşik Milletler Teşkilatı’nın ‘siyasi mülteci’statüsünü almak zorunda kaldım ve Norveçe (Oslo) yerleştim.

Türk Cumhuriyetlerınde bir bağımsızlık sendromu yaşandı. Perestroyka’ya belki de hazırlıksız bir şekilde yakalandı Türk cumhuriyetlerı. Bu dağınık, başıbozuk ve organizesiz bir ‘devletleşme’ doğurdu. Öyle ki, SSCB dönemindeki kuvvetli devlet yapısına alışmış toplumların, hazırlıksızca ‘düzensiz’ ama ‘özgür’ yeni kimlikleri rahatsızlıklara sebep oldu. Hatta ‘Sovyetler döneminde daha iyiydi’ gibi yakınmalar oldu halk arasında… Özbekistan bağımsızlığını ve bunun bilançosunu çıkartabilir misiniz?

O sıralarda halkın esaretten kurtulması meselesi bizim için herşeyden hatta demokrasiden, hatta bizim için her zaman muteber olan kişi hürriyetinden dahi önce geliyordu. Bu bir gerçektir. Bizdeki bu hassasiyeti yalnızca o zamanlar değil, bugün bile anlamayanlar var. Bize yakınlık duyan, bizi seven dostlarımızın arasında dahi bu ince durumu farklı yorumlayanlar var.

‘Birlik’teşkılatındaki bazı akıllılar bizi uzağı görememekle itham ederek bağımsız olursak, Kerimov kendi totaliter’hanedanı’nı kurar, diye korkutuyorlardı. Bendeniz bu müstakbel”hanlık”hakkında Yüksek Meclis oturumlarının birisinde ‘Biz iki zulmün altında yaşıyoruz, birisi Moskova, diğeri mahallî iktidarın zulmü. Fakat bağımsızlık yolunda önce büyüğü, yani Moskova’dan bağımsız olalım, sonra kendi maahallî zulme karşı mücadeleyi sürdürürüz’ dediğimde İslam Kerimov, Yüksek Meclis Başkanlık Divanı’nda gülerek oturmaktaydı.

Biz, bağımsızlığı elde ettikten sonra dünya güllük gülistanlık olacak diye beklemiyorduk. Bağımsızlığı tek bir parti, tek bir nesil, tek bir devir için düstur edinmemiştik. Onu bütün halk, bütün devirler, sonsuzluk için istediğimizden düstur edinmiştik. Konunun bizim için olan hassasiyetini daha nasıl anlatmak mümkün acaba?

20’li yıllar Türkistan’ında ‘Basmacılar hareketi’ diye adlandırılan millî hareketten sonra Özbekistan’ın bağımsızlığı ülküsünü ilk savunan ve demokratik usüllerle dünyaya kabul ettiren yegane siyasî hareketbizim ‘Erk’ hareketiydi. Buna ülkemizin son yirmi yıllık yazılmayan tarihi şahittir.

RÖPORTAJ VE FOTO: SEBAHATTİN ÇELEBİ

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *