Orhan Gencebay: Türkiye bölünüyord…

Orhan Gencebay: Türkiye bölünüyordu!


Orhan Baba ile İstanbul’da yaptığım röportajı Platform dergimizde yayınladık. Büyük beğeni toplayan bu röportajı daha sonra TV programımız Café Platform için de çektik. Televizyonda da röportajımız büyük ses getirdi. Belgesel tadında bir çalışma oldu.

RÖPORTAJ: Sebahattin Çelebi

Takvimler 1960’lı yılları gösterirken, bütün Türkiye’de radyo hakimiyeti vardı. O dönemde radyoda şarkı söyleyebilmek, bu büyülü kutunun sürüklediği her yerde duyulabilmek, müziğe gönül verenler için ulaşılması güç hedefler arasındaydı. ‘Resmi müzikçiler’in elinde ve denetiminde olan radyodan içeri girmek imkansız gibiydi. Radyo, 60’lı yıllarda ‘aykırı’ müzisyenler için yıllar süren ambargoların yaşandığı bir arenaya dönüşecekti.
İşte o yıllarda…

Yani  1960’lı yıllarda adını duyurdu o. Memleketi Samsun’dan elinde bağlaması ile taşı toprağı altın İstanbul’a geldiğinde, yüreğindeki müzik tutkusu ve çocukluğundan beri kendisini büyüleyen tınının peşinde, uzun ve saygın bir hayatın ilk göçünü yaşadığını, kuşkusuz kendisi de bilmiyordu.

Bir beyefendi nezaketi…

Asil bir duruş…

İnanılmaz bir tevazu…

Anadolu’dan, İstanbul denen deryaya düşen bu gencin, hayatının ve kişiliğinin en önemli özellikleri, bunlar olacaktı. Yükseldikçe, tanındıkça, meşhur oldukça, halkın sevgisini kazanan ve bir an olsun şımarmayan bu genç, küçük yaşlarda başlayan müzik tutkusunu, profesyonelleştirecek, senfonik yeniliklerle Türk müzik kültürüne yeni kazanımlar sağlayacak, ancak, diğer taraftan ‘resmi müzikçiler’e karşı uzun, ama oldukça yorucu bir savaşın ‘gladyatör’ü olacaktı.

Varoşların duygularına, hüzünlerine tercüman olan bu duygulu ses, ‘resmi müzikçilerin’ bütün engellemelerine rağmen, gecekondu mahallelerinin çıkmaz sokaklarından, Anadolu’nun dört bir yanına yol bulacaktı. Beyefendiliği sayesinde herkesin gönlünde taht kurmayı başaran bu gence sevenleri, ‘baba’ ünvanını vereceklerdi. Ailenin bir ferdi, saygı duyulan bir mensubu olmayı başarabilmiş nadir insanlara verilen bu ünvanı Orhan Gencebay’a verirken, halk zerre kadar tereddüt etmeyecekti. Etmeyecekti, zira bir baba olgunluğuyla sevenlerinin acılarını, dertlerini, ızdıraplarını paylaşmayı başarabilen bu sesin sahibi, umudun tükendiği anlarda, halkına ‘bir teselli verecek’ti… O’nun şarkıları, ümidini yitirmek üzere olan ‘gariban’ bir kuşağın tutunduğu dal olacaktı. fiarkılarında acıları, ızdırabı, aşkı anlatacak, sessiz kitlelerin dile getiremediği bütün duyguları kasetlere okuyacaktı. Milyonlar satacaktı üstelik. Kasetleri, listeleri altüst edecekti. Kendine has çizgisi, müziğinin farklı dokusu, Türkiye’nin gelecek yıllarına damgasını vuracak ve ‘arabesk’ diye nitelenen bir furyanın başlangıcı kabul edilecekti kimilerine göre. Kendisi bu kavramı şiddetle reddetmekle birlikte, müziğin ‘belirleyici’ ağaları, onu hep ‘öteki müzik’ kabul edecekti. Müzikte sınıfsal ayrımı derinden yaşayacaktı Orhan Gencebay. ‘İşçisin sen, işçi kal’ mantığı, müziğin burjuvazi elitinde de hakimdi ve Samsun’dan gelmiş bir Anadolu çocuğu, adeta müzik burjuvazisine başkaldırıyordu.

‘Orhan Baba’, Türk müzik kültürüne kazandırdığı sayısız besteye rağmen, ‘acılı meyhane müziği’nin piriydi onlara göre.

Varoşların sahiplendiği, gecekondu mahallelerinde pencerelerden, evlerden dışarı taşan bu müziğin adını kimi ‘arabesk’ koyacak, kimi kültürümüzü dejenere ettiğinden dem vuracaktı. Resmi müzikçilerin zamanın tek ekranı TRT’nin kapılarından içeriye nadiren, o da yılbaşı geceleri soktuğu bu genç adam, kendi geliştirdiği stil ve özgünlükle, müziğini Anadolu’nun dört bir yanına kabul ettirecekti oysa. Halka inmeyi başarabilen bu müzik adamı, zamana ve zamanın kanlı olaylarına karşı, halkın duygularına tercüman olacaktı. Resmi müzikçiler, müziğin kaleleri haline getirdikleri radyoda, TRT ekranlarında ‘Fidayda’yı çalıp söylerken, o ‘Batsın bu dünya’ diye feryat edecekti. Her gün onlarca gencimizi kurban verdiğimiz terör günlerinde ‘daha güzel, daha yaşanır bir dünya için batsın bu dünya’ diyerek, evladını, arkadaşını, komşusunu kaybeden bir halkın çığlığı, feryadı olacaktı. Dünya batmalıydı.

Orhan Gencebay’ın bu çığlığı çok geçmeden kışladan da duyulacak ve dönemin Genelkurmay Başkanı Org. Kenan Evren, ‘Daha güzel, daha aydınlık bir dünya’ için ‘dünyayı batırmaya’ karar verecekti. 12 Eylül sabahı saat 04.00’te tanklar Türkiye sokaklarında gıcırdarken, Orhan Gencebay’ın, sitem ve kahır dolu şarkılarının yerini, aşkı, sevdayı, zalim sevgilileri anlatan tınılar alacaktı. Unuttuğumuz sevgileri hatırlatacaktı bu kez. Birdenbire biten terörün ardından, ‘sevmeyi’ yeniden keşfedecektik.

Orhan Gencebay, Türkiye’nin müzik dilinde romanını yazan bir gönül adamıydı oysa. Kimimiz ona, ‘Arabeskin kralı’, kimimiz ‘Orhan Baba’ diyecektik. O ise, bir tarihçi bilgeliğiyle bizi bize anlatan şarkıların mütevazı bestecisi, yorumcusuydu…

Onun şarkıları, Türkiye’nin sosyolojik girdiği mücadelede tarihiydi.

Anadolu’nun bir şehrinden kalkıp, ülkesinin sosyolojik tarihini yazan bu büyük sanatçı ile, yani hepinizin kabul ettiği adıyla ‘Orhan Baba’ ile, İstanbul’daki bürosunda görüştük; geçmişten geleceğe uzun bir söyleşi yaptık.

Sayın Gencebay, 6 yaşında başlayan müzik hayatınızda zirveye tırmanmayı başardınız. Sevenleriniz size ‘baba’ diye hitap ediyor. İnternette en çok hayran sitesine sahip sanatçımızsınız. fiöyle bir kendinizi tahlil etmenizi istesek, şu koskoca Türkiye, Orhan Gencebay’da ne buldu Allah aşkına?

Ben Türkiye’nin güncelini yakalamıştım. Güncel demek popüler demek bir yerde ama, ben hiçbir zaman popüler olmak için çalışmadım. Müzik için çalıştım. Müziğimizi daha ileri götürmek için çalıştım. Daha ileri götürmek için araştırmak gerekiyordu. Tabular vardı. O tabuların karşısındaydım. Tabular engel oluyordu yenilikleri araştırmaya. Karşıtlığım nedeniyle bir adım da, ‘özgürlüklerin babası’ oldu. Tabuları değiştirme anlamında değil, karşı çıkıyordum. Ben duyguya ve düşünceye gem vurmayın, diyordum. Bun¬lar kurumlaştırılmamalı diyordum. Çalışmalar yaptım. Özgürce yaptım.

Ben de halkımızın içinden gelen biriyim. Halkımızın duyarlılığını, yeni bir yorumla yansıtmaya çalışan birisiyim. Daha ileriye götürmek adına çalışmalar yapan biriyim. Halkımız benim bu çalışmalarımı sevdi. Benimsedi. Bir alışveriş oldu aramızda. Birçok eserim sondaj gibi oldu. Halkımızdan güç aldım ben. Yıllar yılı böyle bir alışverişimiz oldu. Dünya çapında bir tirajımız oldu. Yasal olarak 65 milyonun üzerinde tiraja sahibim. Korsanı sayarsak, 200 milyon diyebiliriz. Tiraj eşittir ilgi demek. Halkımız ilgilendi. Demek ki, doğru yoldayım dedim. 3536 yıldır yaptığımız çalışmalarımı izliyor halkımız. O zaman ben, demek ki doğru yoldayım, dedim. Yapmak istediğim daha konu başlıklarım var. Bunları inşallah yapmaya çalışacağım.

Şarkılarınızda ağır bir karamsarlık, çaresizlik, talihsizlik gibi öğeler çok sık işleniyor.

Hayır. Ben bu tür yaklaşımları kabul etmiyorum.

İnsan yaşadığını yazar. Siz şarkılarınızı bestelerken, böyle duygular içinde miydiniz? Yoksa bir arz talep meselesi miydi?

Yüzde 80 yaşanmıştır. Ya ben yaşamışımdır, ya çevremde yaşanmıştır. Yüzde 10’u bu iyidir, bunu yaşamalıyız, dediğimiz şeylerdir.

Yani arz talep meselesi değil mi?

Değil, değil.

Şarkılarınızı, köyden kente göç etmiş, umutlar besleyen insanların sahiplenmesi mutlaka bir anlam ifade ediyor. Özellikle de karizmatik yapınız nedeniyle, belki insanlar şarkılarınızla kişiliğinizi bütünleştirdi ve bu kadar derde, kedere rağmen, sizin hep fotoğraflara yansıyan, ‘baba’ duruşunuzla, içinde bir Gencebay kişiliği yarattı. Hep ağır bir sanatçı oldu Orhan Gencebay. Belki bu nedenle her eve girmeyi başardınız. Ne dersiniz bu konuda?

Ben her şeyden önce kendi kültür değerlerimize çok saygılıyım. Onların içinde çok güzel değerler var. Hümanist değerler bunlar. Yaşamla ilgili her türlü tecrübeler, bu değerler içinde ifade edilmekte. Ben de bunları yaşayan ve yaşatanların devamıyım. Kendi kültürümü beğeniyorum. Yozlaşma olabilir. Ama ben kendi değerlerimizin güzelliğini söylemek istiyorum. Ben onlara sevdalıyım. Bizim toplumumuz aile toplumudur. Gerek İslamiyet sonrası, gerek İslamiyet öncesi bu hep böyle olmuştur bizim kültürümüzde.

Tarihte hep göçerkonar gibi görünüyorsak da, biz göçmen bir milletiz aslında. Göçerkonarlık çoban kültürü ile ifade edilir. Bizim toplumumuz ise, göçmendir. Türk insanı tarih boyu devletler kurmuştur. Devlet kurmak, belli kültürel birikimlere sahip olan milletlerin işidir. Büyük bir irade ister.

60’lı yıllardaki Türk toplumsal yapısı zamanla büyük değişimler yaşadı. Sizin 60’li yıllardan başlayıp 80’li yılların sonuna değin uzanan 20 yıllık değişmeyen bir döneminiz var. Ancak 90’lı yıllar büyük değişimlerin yaşandığı yıllar oldu. Bir defa Özal’la değişen bir Türkiye vardı. Bu değişim sizi ve müziğinizi nasıl etkiledi?

Özal hepimizin ufkunu açtı. Bu doğru. Kendisiyle birçok zamanlarda çok sohbetlerimiz oldu. Yakından takip eden biriydim. Vatandaş olarak. Bandrol yasası onun zamanında çıktı. O bütün iyi niyetiyle yaptı onları. Allah gani gani rahmet eylesin. Özal’ın döneminin artıları eksileri ayrı. Benim başlangıçtan itibaren yola çıkışım farklıdır. Benim yaptığım çalışmalar müzikte yenilik getirmekle ilgilidir. Tabulara bağlı olmamayla ilgilidir. Özgürce çalışmalar yapmak istedim. O tabuları da resmi müzikçiler yaptığı için ben o tabulara girmek istemedim. Ben resmi müzikçiler tarafından bu yüzden dışlandım. Özellikle TRT çevresindeydi onlar. Genelde belirli bir dışlama hareketi oldu. Ben TRT’ye en yüksek puanla giren biriyim. Sonra ayrıldım, serbest çalıştım. Daha iyi olabilecekken olmaya engel oluyorsunuz, dedim. Duygu ve düşünceyi kurumsallaştırırsanız, özgün üretimler olmaz, dedim. Ben bildiğimi yapacağım, dedim. Farklı şeyler yapacağım, dedim. Eleştirebilirsiniz ama benim umrumda değil, dedim. Benim yaptığım çalışmaları halkım bağrına bastı. Hangisi önemli? Tabii ki halkımız önemli. Bu devlet, bu halkın. Benim devletim, benim halkımın. Halkımın iradesini devlette de görmek gerekiyor. Ama resmi müzikçiler bunu istemiyordu.

Özal gerçekten bir takım tabuları yıkmış, yeni ufuklar açmış bir şahsiyetti. İyi olmak için bazı engelleri bir tarafa bırakıp, hedefe doğru yürümek lazımdı. İnsan yanlış da yapabilir. Ama yanlışını anlayıp başka bir mecraya gidebilir. Ki, Türk müziğinin buna ihtiyacı vardı. Beni bütün sosyologlar, kırdan kente göç eden insanlarla özdeşleştirdiler. Ben bunu reddediyorum. fiunu unutmamak lazım. Kırdan kente göç eden insan niye göç etti. Karnını doyurmak için terk etti. Büyük şehirlere gitti. Bazı büyük şehirlere gitti. İstanbul, Ankara, İzmir gibi kentlere gitti. Giderken de kendi değerlerini götürdü. Kendi değerleri, bu ülkenin değerleri. Aynı değerleri taşıdı. Ne vardı da bu insanlar kente uyum sağlayamadı. Büyük şehirlerde çok büyük farklılıklar mı vardı da, uyum sağlayamadı.

İstanbul’da ‘Üsküdara giderken aldı da bir yağmur’, Ankara’da Engürü oyun havası, Fidayda vardı. İzmir’de Zeybekler oyunu vardı. Bunlar Sivas’ın Zara’sından, Kırşehir’in havasından daha mı farklı şeylerdi ki!
Hayır! Kesinlikle değildi. Fakat bir kırdan kente göç hikayesi aldı yürüdü. Benim bu insanlarla bütünleştirilmem şöyle olmalı.

Ülkemizin büyük bir çoğunluğu, yüzde 70’i, 80’i, göç etmiş. Karnını doyurmak için. Büyük, ezici çoğunluk onlar olduğu için yalnız bunlar dinliyor gibi yorum yapıldı. Benim çalışmalarımı Türkiye’de herkes dinliyordu. Seven dinliyordu. Yalnız varoş dinlemiyordu. Varoş büyük bir kitle olduğu için elbette en çok orada dinleniyordu. Sosyologlar müzisyen olmadığı için beni anlayamıyorlar. Klasik icra var. Ben her şeyi değiştirmişim. Daha modern bir hale getirmişim. Alt yapı sistemini koyan benim. Denemeleri yapan adamım. Daha zengin müzik için uğraşmışım. Bu bizim çalışmamız oldu. Bunun neresi küçümsenecek şey? Müzikte yeni formlar oluşturdum. Söz yapılarında tekrarlardan kaçtım. Bir de protest yapılar getirdim. Protest yapı demek olumsuzluğa tepkidir. Bunlar sosyal konuları içeren tepkilerdir. Aşkta da, eşitliği, demokrasiyi aramaya çalışmışımdır. Aşkın bencilliğinden kaçmaya çalışmışımdır müzikte. Bunun tersi değerlendirildiği zaman bunun adı kıskançlıktır. Dünya çapında bir tiraj yapmışım. İlgi görmüşüm. Halkım sahip çıkmış. Bunun tersini söyleyen yanlış söylüyor. Zedelemeye çalışıyor.

Belki sevenlerinizin çoğunun varoşlardan olması bu tür yaklaşımlara yol açtı. Zenginler size sahip çıkmadı…

Zengin tabaka Türkiye’de çok değil. Çok az. Ama çok belirleyici. Para imkan sağlayabilir. Onu kullanamayan da var. Benim müziğe başlayışım 6 yaşımdadır. Klasik batı müziğinin aletleri ile ilgilendim. 7 yaşında bağlamayı kucakladım. Sonra 12-13 yaşında tambur çalmaya başladım. Sanat müziği ile de ilgilendim. Ben müziği anlayarak gelen birisiyim. Müzik adamıyım ben. Samsun’dan bağlamasını, tahta valizini aldı geldi, diyor sosyologlar. Bu böyle değil. Ben müziğe katkıda bulunmaya geliyorum. Benim de bir hareketim var ama, ben bir şeyler yapmaya geliyorum.

Halk, sizin şarkılarınızda kendini buldu galiba… Batsın bu dünya mesela. Terörün yoğun olarak yaşandığı yıllarda bestelediğiniz bu şarkı, halkın duygularını anlatıyordu…

Batsın bu dünya protest bir çalışmaydı. Sitem etmeyen insan elbette bu şarkıyı sahiplenemez. Çok önemli bu. ‘Bir teselli ver’ mesela. Çaresiz kalmayan, buna ihtiyacı olmayan bir insan, bunu sahiplenemez. şüphesiz, bazılarımız bu şarkılarla bütünleşmiştir.

‘Batsın bu dünya’yı 1975’te yaptım. Yüzlerce kişi o zamanlar öldürülüp yaralanıyordu. Ülkemin en büyük yarasıydı. 7080’li yıllardı en zor yıllar. Gençler bilmez o yılları. Mahalleler kurtarılmıştı. Günde 100150 kişi öldürülüyordu. Evler silahlanıyordu. Kapılarda nöbetler bekleniyordu. 80 cente muhtaçtık. Ambargoya uğramıştık. Dünya bizi tecrit etmişti. Böyle bir ortamda, ben bu dünyayı batıralım, yeni bir dünya kuralım demiştim. İçinde bulunduğumuz durumu anlattım. 1978’de Şerif Gören’le ‘Aşkı Ben Yaratmadım’ adlı bir film çevirdik. Filmin finalinde yine bir halk konseri yapıyorum. Aynı sözleri söylüyorum finalde. ‘Barış için, kardeşlik için, daha güzel bir dünya için batsın bu dünya’ diyorum. Buna ihtiyacımız var. Toplumumuzun sorunlarından ben kopamam.

Kenan Paşa da sizi dinledi galiba…

(Gülüşmeler) Kenan Paşa’ya, 12 Eylül’e karşı çıkanlara söylüyorum. Bu 12 Eylül harekatına, halkın yüzde 96’sı evet demiştir. Bunu unutmamak lazım. Türkiye bölünüyordu. Ben bir karakolda çok acı olaylar yaşadım. Orada polisimizin de ikiye bölündüğünü gördüm. Benim devletime ne oluyor, diye üzüldüm. Bunları yaşadık. Bu acı olayları bize yaşattılar. Türkiye’nin yumuşak karnıdır. Sağ-Sol, Alevi-Sünni… Biz o acı olayları yaşadık ya, bize bir şey olmaz artık diyorum, ben. Bizim sağduyumuz çok kuvvetli diyorum. O dönemler çok kötü dönemlerdi.

Sizinle birlikte anılan bir arabesk gerçeği var. Yasaklı dönemleriniz oldu. Geriye dönüp baktığınızda ‘keşke’ dediğiniz şeyler var mı?

Arabesk deyimi yeterli değildir, yanlıştır da bana göre.
‘Keşke’ meselesine gelince. Bir yanlışlık yaptığıma inanmıyorum. Keşke dediğim şeyler oldu. Resmi müzikçiler anlayışlı olsalardı mesela. ‘Orhan sen ne yapmak istiyorsun. Albümlerin yüzbinlerce satıyor. Halkımızı anlatıyorsun. Biz de halkımızı anlatıyoruz. Bunu müştereken anlatalım. Anlattığımız kişi aynı kişi, halkımızı anlatıyoruz. Gel bunu konuşalım, analiz edelim’ demediler. Ülkemizde yeniliğe karşı muazzam bir tepki var. Yeni olan bir şeyi aramıza almayalım zihniyeti var. Ben buna karşıyım.

Sizin korsan kasetle mücadelenizi ve bu konudaki hassasiyetinizi biliyoruz. Sevenlerinize bu konuda mesajınız var mı?

Bu korsanlık değil. Bu, resmen hırsızlık. Yaptığımız çalışmaları çalıyorlar. Sanata zarar veriyorlar. Sanatçıya zarar veriyorlar. Devlete zarar veriyorlar. Vergiye zarar veriyorlar. Hırsızlığa teşvik ediyorlar. Ne söylesem ki!

Müzikte hep yeni arayışlar peşinde oldunuz…

Benim başlangıçtan itibaren Türk müziğinde değişiklik yapma kararım 10 yaşında oldu. Sanat müziğiyle, halk müziğine bakardım. Halk müziğini daha yakın bulurdum kendime. Sanat müziğini, ritimsizliği ağır bulurdum. Mutlaka bunları daha iyi yapmak lazım diye düşünürdüm. Bizim değerlerimizi daha iyi tanımalıyım, dedim.
Halkımızın ilgisi bana en büyük güç oldu. Ben doğru yoldayım, dedim. Müziğimizde neyin eksik olduğunu tespit ettim. Bizim müziğimiz özünde çok büyük bir kaynak. Dünya çapında bir malzemeye sahibiz. Sistemimiz mükemmel bir sistemdir. Analiz edilip daha ileriye götürülmeyi bekliyor. Çok güzel, değerli malzemelerimiz var. Her ülkede kolay kolay bulunamayacak şeyler bunlar.

Tarzınızla ve müziğinizle yenilikler de getirdiniz Türk müziğine. Özellikle çok enstrümanlı, orkestralı denemeler yaptınız. Bu da size şöhreti getirdi belki…

Şöhret olmaya çalışmadım hiç. Şöhretin önemi yok benim için. Müzik yapmak, katkıda bulunmak önemliydi. Bunu yaptım. Yeni şeyler getirdim. Gencebay tarzı diyebileceğimiz eserler getirdim. O da benim karakterimi, iç dünyamı yansıtan yapılar.

Her iki yönde de çalıştım. Hem şan için hem enstrümantal yapılar için çalıştım. Müzik iki şekilde, iki düşünceyle yapılır: fian için, insan sesi için yapılır, ya da enstrüman için yapılır. fian için yapılanlar çok güzeldir. İnsan sesiyle icra edilir. Dil en büyük enstrümandır tabii ki. Enstrüman için yapılan müzikte hayal alemi sınırsızdır.

Onun bir hikayesi yapılsa dahi, o herkes için farklı farklıdır. Tedavi de eder insanları müzik. Farklı amaçlar için kullanılabilir müzik. Ne zaman enstrümantal müziği daha ileriye götürürüz, o zaman büyük yol kat etmişiz demektir. Her ülke için söylüyorum bunu.

Resmi müzikçiler size karşı duvar ördüler. Sizi sadece varoşlar mı anladı peki?

Varoşlar bizim ana kitlemizdir. Beni anlamak isteyen anladı. Belli bir üst düzey kültüre sahip biri de beni anladı. Mütevazı olan da anladı. Beni anlamak isteyene anlatacağım birçok şey var

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *