Elbe kıyısında bir Boğaziçili: Vural Öger

Röportaj: Sebahattin Çelebi

O’nu tanımlayabilecek ve özetleyecek en güzel cümlelerden biri belki bu. Boğaziçili bir İstanbul beyefendisi kadar asil, içinden çıktığı toplumla dost, ancak yaşadığı ve belki gençlik aşklarını paylaştığı Elbe kıyısı kadar buraya ait; bir Alman, bir Avrupalı…

Vural Öger, Almanya’da göç tarihimizin yıldız isimlerinden biri… Ticari hayatta gösterdiği üstün başarıları ile hep gündemde kalmayı başarmış, örnek bir işadamımız. Hayatı boyunca sadece başarıya inanmış. Kendi başarısını, oldukça mütevazi bir şekilde değerlendiriyor.”Zaman konusu mühimdir” diyor.. “Ne zaman işe başlandığı, hangi şartlar içinde başlandığı önemli. ınsanın yaptığı işe uygun yeteneklerinin de kendisinde olması çok önemli…”

Başarıya götüren yolda, en önemli unsurun, kişilik ve karakter olduğuna dikkat çekiyor Vural Öger. Metodik çalışma gücü, kuvvetli irade, mücadele gücü, belli konularda belli şeylerin kokusunu alabilmek de, ona göre başarının anahtarlarından. Bütün bunları söyledikten sonra, “Ama her başarının bir öyküsü vardır. Hepsi birbirine benzemez elbette. Ama ben hayatım boyunca prensiplerime sahip kaldım. Doğru söyledim. Doğrularımı yerine getirdim. Çok çalıştım. Çok çalışabilen bir insanım. 20 saat çalışabilirim. İrademle kendimi ayakta tutabilirim. Hedeflerimi koyarım. Analitik düşünme gücüm de var” diyor. Uslanmaz işkolik. Ticari hayattan kopup kopmayacağını soruyoruz…

“Hayır” diye yanıtlıyor..

“Iş dünyasından kopmuyorum. Basında yanlış çıkan haberler var. Kopuyorum diye birşey yok. Her iki platformda da ben olabilirim. Mesela Avrupa Parlamenterlerinden Brock, aynı zamanda Bertelsmann’ın yönetim kurulundadır. Hergün Brüksel’de olunacak diye bir kural yok. Her Pazartesi toplantı yapıyoruz burda Öger Tours’da. Arkadaşlarım rapor veriyorlar bana. Strateji konuşulur bizim toplantımızda. Parlamento günleri; Salı, Çarşamba, Perşembe… Brüksel 1 saat 15 dakika. Şimdiye kadar zamanımın yüzde 50’sinden daha fazlasını zaten, sosyal, kültürel, politik faaliyetlerde kullanıyordum. Üniversitede konferans veriyordum, Duisburg’ta sempozyumum oluyordu. Belki bunlar bir nebze azalacak. Daha fazla vakti Brüksel’e ayıracağım ama kendi işlerim de devam edecek.” Hani biryerlere yaranmak için ülkesine, milletine tepeden bakanlar, bir yerlerden ödüller alabilmek için toprağını, insanını, kültürünü aşağılayanlar var ya, tokat gibi açıklamaları var onlara Öger’in… “Ben milletimi çok seviyorum” dediğinde gözlerinin içinde samimi bir heyecanı yakalıyorsunuz.. “Türk insanının sıcaklığını, misafirperverliğini hiçbir toplumda görmedim. Dünyada benzerine rastlayamazsınız. Kuşaktan kuşağa bu özellikler aktarılmış. O toplum, çok daha iyi yerlere layık. O topluma olan borcumu, bu tür etkinliklerle ödemeye çalışıyorum.”

Milletine karşı kendisini borçlu hissetmenin adı, erdem olsa gerek…

Engin bir vizyona, karizmatik bir duruşa sahip Vural Öger. Politika O’na yakışıyor aslında.

Sosyal Demokrat Parti’nin kendisine teklif götürdüğünde uzun zaman düşünmeye ihtiyaç duyduğunu belirtiyor. “Ben oraya gireceğim diye bir uğraş vermedim. Bana yüksek düzeyde bu görüş bildirildi. Ben 5-6 ay bekledim. Mayıs’ta bildirildi, Ekim ayında karar verdim. Yapıp yapamayacağımı, zaman ayırıp ayırmayacağımı düşündüm. Brüksel’de benden beklenen iş nedir diye düşündüm. Baktım çok enteresan bir vazife. Avrupa’nın geleceğinin kurulduğu bir Parlamento. Bugün Almanya’daki kanunların yüzde 80’i Brüksel’de yapılıyor. Milli Parlamentolar bunu alıyorlar. Madde madde alıyorlar. Fabrikanın bacasından çıkan dumandaki zehir oranından tutun, kullandığınız diş macununun içindeki bir yan maddenin ne kadar olacağının tayini, tespiti, günlük hayattaki kanunların, kuralların hepsi Avrupa’da yapılıyor. Avrupa’nın geleceğini kuran bir Parlamento’da görev alacaksınız. Bu çok enteresan bir aktivite.” “Oraya bir Alman milletvekili olarak gidiyorum” diyor Öger…

Çok önemli bir noktaya; Avrupa Parlamentosu Türkiye Komisyonu’na gireceğini kaydediyor. “Ülkemin geleceği açısından AB ilişkileri çok mühim. Onları sıkmayacak şekilde, ikna edecek şekilde kendi argümanlarımla karşılarına çıkacağım. Ben Türkiye’nin geleceğini Avrupa’da görüyorum. Yaptığım faaliyet, Almanya’nın ve Avrupa’nın da yararına olacaktır. Buna da kalpten inanıyorum. Eğer ben Kongo?dan gelmiş olsaydım, “Kongo’yu da Avrupa Birliği’ne alın” diyecek değildim. Ama Türkiye Avrupa?nın bir parçasıdır. Ben kendimi her zaman bir Avrupalı olarak görüyorum. Avrupa ülkeleri, homojen Avrupa kültürüne sahip değiller. Aralarında çok büyük kültür farkları var. Kültür farklılığı, bir zenginliktir Avrupa için. Avrupa’yı Avrupa yapan multikültürel bir birlik olmasıdır. Laik bir Türkiye’nin; 80 yıldır seküler sistemle yönetilen bir ülkenin AB’ye girmesi bir zenginliktir. Kopenhag Kriterleri yerine getirildiği takdirde Türkiye Avrupa Birliği’ne alınmalıdır. Ki, Türkiye’deki hükümet de, bu konuda büyük bir başarıyla kanunsal altyapıyı hazırlıyor. Yürütmede aksaklık olabilir. Diğer ülkelerde de olacak. Hiçbirinin durumu Türkiye’nin bugününden daha iyi değildi. Slovakya’da seçilmiş bir parlamento bile yoktu. Müzakerelere başladılar.” İyi de bazı Hristiyan Demokratlar iki de bir Türkiye AB?ye ait değil diyor… Onlara karşı ne diyeceğiz? Öger bu konuda şunları söylüyor: “Laf dönüp dolaşıp Müslümanlık, Hristiyanlık meselesine geliyor. Her zaman şunu vurguluyorum. Mantıki faktörler her zaman Türkiye?nin lehinde. Örneğin, stratejik, jeopolitik ve ekonomik faktörler. Emosyonel faktörler Türkiye?nin aleyhinde. Örneğin, dinsel, tarihi ve kültürel faktörler… Türkiye dışındaki İslam dünyasında, belli bölgelerde oluşan köktendinci ıslamist terör endirekt olarak, bazı çevreler tarafından Türkiye’ye yansıtılıyor. Doğru değil. Cihadistik İslam’la, Türkiye’nin bir ilişkisi yok. Türkiye geçmişten de öyle ama. 1840 senesinde Tanzimatla bir Avrupa sayfası açılmıştır ülkemizde. Şeriat Türkiye’de hiçbir şekilde hukuki açıdan uygulanmamıştır. Osmanlı, Kur’an’dan kaynaklanan bazı kurallarla Batı kanunlarını alıp, Mecelle denen yeni bir hukuk düzeni yaratmış ve zamanın şartlarına uygun bir hukuki sistem ortaya çıkarmıştır. Ordu, Batı standartlarına göre ıslah edilmiştir. Bütün devlet kurumları yeniden organize edilmiştir. Kurucumuz Atatürk, o zincirin bir devamıdır. Atatürk, yeni bir Türk ulusu yaratırken, daha optimal bir şekilde, Batı bazlı devrimlerle, Türkiye’nin Avrupa yoluna yüksek bir hız kazandırmıştır. 164 senedir, Türkiye bir kulvara girmiştir zaten. Avrupalılaşma serüvenimiz o tarihlere dayanıyor. Türk insanı her zaman kendini Batıya dönük olarak hissetmiştir. Şam’da, Bağdat’ta, Kahire’de oturan devlet memurlarının aileleri dışında, oturan Türk ailesi yoktur. Osmanlı, Bulgaristan’da, Romanya’da hakimiyet kurmuş. Saraybosna şehrini kuran biziz; Türkler. Yani dikkat edin, Balkanlara gitmişiz. Batıya gitmişiz. Meşhur Kızıl Elma olayıdır. Kızıl Elma hep batıdadır. Kızıl Elma diye yola çıkmışlar, Hazar denizinin kuzeyinden hep batıya gitmişler. Kızıl Elma diye diye Viyana’ya kadar gelmişler. Kızıl Elma hiçbir zaman bir Ortadoğu ülkesinde değildi. Sevmemişler Ortadoğu ülkelerini. Batıya gitmişler, suya gitmişler, yeşilliğe gitmişler.” Derin bir tarih bilgisini insan odaklı bir perspektifle harmanladığında,

Öger daha ilginç tespitlerde bulunuyor. “Ortadoğu da Fransız devriminden sonra çağın trendine uyarak ve bazı Avrupa devletlerinin de kışkırtmasıyla, bir Milliyetçilik oluştu. Osmanlı’nın çökmesine de, sebep olan bir yerde Fransız İhtilali’dir. Arkadan Avrupalılar, Helenizim hayranlığıyla Yunanlılara destek vermişler ve Mora ayaklanmasıyla Yunanistan’ı bizden koparmışlar, 1820’lerde. Arkadan bir Rusya çıkıyo, Ortodoks toplumunu ayaklandırmaya çalışıyor. Hangi imparatorluk ayakta kaldı? Osmanlı ımparatorluğu’nun çökmesi de bence doğaldı. Osmanlı, esasında Türklere “etrak-i idrak” (idraksiz) demiş, Anadolu insanının buğdayını, vergisini almış ve erkeklerini askere çağırmıştır. Anadolu’ya bakarsanız, Osmanlı’dan kalan çok eser yoktur. Hep Selçuklulardan kalmadır. Osmanlı, İstanbul’a yatırım yapmış. Batı’ya yapmış. Mostar’a köprü yapmış, Kayseri’de Erzurum’da yapmamış. Ekonominin ne olduğunu kavrayamamışız. Kolonizm denen olayda bir ekonomik baz var. Belçika ekonomisi Kongo’dan gelen paralarla ayağa kalkmış. Kongo’nun madenini almış 1 kuruştan, satmış 10 kuruşa. Hollanda böyle zengin olmuş.? 1700’lü senelerde bir ıngiliz çiftçisi ile bir Türk işçisi arasında hiçbir farkın olmadığını söylüyor Öger. “Büyük Medeniyetlerin Çıkması ve Çöküşü” adlı kitabı referans gösteriyor burda. Ve herşeyin buhar makinasının icadıyla başladığını kaydediyor. Buhar tribünü, gemide kullanılmaya başlanınca, Avrupalıların uzak denizlere açılmaya başladığını ve böylelikle ucuz hammadde temin ederek zenginleştiklerini hatırlatıyor.

“Avrupa böyle zenginleşmiştir” dediğinde, Londra sokaklarında baharat fiyatlarındaki aşırı yükselmenin, günümüze değin süren bir sömürgeciliğin başlangıcı olduğunu anımsıyoruz. Hani şu “Üzerinde güneşin batmadığı” söylenen İngiltere Krallığı’nı… Sonra Kolonizmin kurbanı, siyah beyaz yüzler geçiyor belleklerimizden. Ermeni lobisinin Amerikan seçimlerinin sonuçlarının belirlenmesinde Yahudi lobisi ile birlikte çok önemli bir etken olduğunu hatırlatıyoruz. Ve 2,5 milyon Türk?ün lobiciliğine getiriyoruz sohbetimizi. Öger negatif yaklaşımlardan şikayetçi. “Avrupaya giden ilk kuşak Türklerin yüzde 90’ı köylü kökenli vatandaşlarımız. 1960’larda gelen vatandaşlarımızın çocukları bence çok iyi gidiyorlar. Her zaman kötü misalleri veriyorlar. Langırt salonlarından çıkmıyorlar, diyorlar. Almanya’da kaç tane rejisör, film artisti Türk. ıki tane bestseller var. Renan Demirkan ve Arif Pirinçi mesela. Hangi yabancı kökenli insan arasında Spiegel’de besteller olan romancı çıktı. Hamburg Havaalanı’nda çalışan Türk kökenli insanlar, uçak şirketlerinde kaptanlar, çeşitli şirketlerde yöneticiler ve otel müdürleri var. Başarılı bir orta sınıf oluşuyor. Bunlar burda imaj açısından çok önemli etken. Kendi yaptığı işte başarılı olan, işini güzel yapan Türk, ülkesinin en büyük elçisidir. En büyük lobi faaliyeti de budur. Almanların böyle komşularının olmasından daha büyük imaj mı olur. Gerçekten Türkiye?nin aleyhine olanlar, Kreuzberg’deki entegre olamamış bazı Türkleri gösteriyorlar. Biz 2,5 milyon Türkü entegre edemedik, 70 milyonu napacağız, diyorlar. Bu çok yanlış bir yaklaşım.? Damar söylemler vardır ya. Onlara getiriyor konuyu… “Biz kendimizi iyi satabilen bir toplum değiliz. Bizi böyle bilmeleri lazım diyoruz. Manyak laflar da vardır bazılarında. Türk’ün Türk’ten başka dostu yok gibi. Almanların çok mu var? Churchill demiş ki, “Toplumlar arasında dostluk olmaz, menfaat birlikleri olur.” Bugün bizim ihracatımız 55-60 milyarı mı buldu? 200-250 milyarı bulduğunuz an Avrupa hepten sizin dostunuz olacaktır.” “Ben dünyayı çok dolaştım. Dünyanın her yerini gördüm” diyor Öger… “Ancak ben kendi milletimi seviyorum. Dünyada gördüğüm en sevimli insan Türk insanı. Türk insanının sıcaklığını, misafirperverliğini hiçbir toplumda görmedim. Bunlar öylesine yüksek değerlerdir ki, ekonomik olarak bir yerlere ulaşırken bazı toplumlar, insani değerler açısından kaybetmişler. Türkiye’nin binlerce seneden oluşan bir kültürel mirası var. Dünyada benzerine rastlayamazsınız. Kuşaktan kuşağa bu özellikler aktarılmış. O toplum, çok daha iyi yerlere layık. O topluma olan borcumu, bu tür görevlerle öderim. Beni Brüksel?e götüren ana faktör, ideallerimdir. Bir İngiliz, bir İtalyan ve Estonyalı parlamenterle yemek yedik geçenlerde. Üçü de yeni milletvekili. Estonyalı hayatında ilk defa bir Türk görmüş. 25 ülkenin içinden gelen bir kere bütün sosyal demokratlarla görüşeceğim, ilişki kuracağım. Anlatacağım, öğlen yemek yiyeceğim, akşam yiyeceğim. İlerde bunlar oylama yapacaklar, parmak kaldıracaklar. Avrupa Parlamentosu raporu sunduktan sonra onlar oylayacak. Bir de çok güzel bir vazife. Tesadüfler, şanslar, kader falan bizi bir yola soktuysa, ben de bunu bir misyon olarak görüyorum. Bu da beni insan olarak tatmin ediyor. ınsanın hayatında bir mana olması lazım. Seve seve bu işi kabullendim.?

“Benim Almanya’m, benim Türkiye’m” diye bir de kitabı var Öger’in… “Benim kalbim Türk” diyor, kararlı ve kendine güvenen bir tonla… “Ben Türkiye’nin Avrupa Birliği içerisine girdiğini yaşayacağımı düşünüyorum. Türk kökenli Alman vatandaşı olarak, etnik olmadan iyi bir Alman olunacağını ispatlamak istiyorum. Almanyanın yeni vatandaşlık anlayışında belki bir katkım olur. ıçimde iki kişilik var. ıçimde birbirine zıt olmayan, birbirini zenginleştiren ve tamamlayan iki kimlik var. Ben futbol karşılaşmalarında, Almanya başka bir takımla oynuyorsa Almanya’yı tutuyorum. Türkiye oynuyorsa da, Türkiye’yi tutuyorum. Kalbim benim Türk.” Gazeteciyiz ya, ters köşe sorular da sormamız lazım. Adettendir… Öger’e bir sivil toplum kuruluşumuzun başındaki bir profesörün birkaç yıl evvelki itirafını hatırlatıyoruz. “Parti kararı olduğu için, istemeden Türkiye aleyhine el kaldırdım? diyordu o yerel milletvekilimiz.

Öger, “Dejenere olmak ne demek biliyor musunuz?” diye soruyor bize… Ve sonra devam ediyor: “Genesis’ten gelir bu kelime. Ben biraz Latince de bilirim. Doğuş demektir genesis. Dejenere; doğuşuma, kendi toplumuma olan zıtlıktır, karşılıktır. Böyle birşey asla olamaz. Yapamam böyle birşeyi. ınsan kendi doğduğu topluma, içinden çıktığı milletine karşı olamaz.” Fenerbahçeli. “Bu sene de şampiyon olur muyuz?” diye soruyoruz Öger’e… “Elbette” diyor. “İyi futbolcularımız var. İddiamız var tabi”. Bild gazetesinin hakkında yürüttüğü küçük çaplı kampanyaya getiriyoruz sözü. Öger, biraz pişman, “O şakayı yapmasam iyiydi. Belli çevreler bunu ciddi görmek istediler. Bundan sonra çok dikkatliyim. Politik cevaplar vermeye başladım” diyor… “Bulvar gazetesi falan bir daha gelirse, ağzımdan bundan sonra zor laf alırlar. Dilim yandı artık” diyor gülerek… “Politika çok konuşup, az söylemek gerektiren bir meslek. Ama oraya dokunma, buraya dokunma, o zaman da ciddiye alınmazsınız.”

Yanından ayrılıyoruz.

Elbe ne kadar da sisli bugün…

Ve Boğaz ne kadar da uzak…

Şair’in “Tarihin soylu anası” dediği İstanbul…

Sevdayı öğreten Kız Kulesi…

Bir yağmur damlasıyla, puslu Elbe’nin hüzün soluyan sularına karışmak ve Boğaz’a akabilmek, ne de güzel olurdu!

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *