Aslanım Ali…

SEBAHATTİN ÇELEBİ

Hasta bir evlat sahibi olmak çok zordu. 17’sindeydi Ali’si. Pehlivan gibiydi. Ama amansız bir hastalık yakasına yapışmış, bir türlü Ali’yi bırakmıyordu. Zeynep, öpüp koklayarak oğlu Ali’yi baba Resul’le birlikte, büyük kente; Ankara’ya gönderirken, oğlunun sağlıklı bir şekilde geri döneceği umudunu taşıyordu.

Resul, geride kalan diğer çocuklarının ve bakmak zorunda olduğu diğer yakınlarının duaları ile yola koyuldu. Kendisini ilçeye götüren kağnı arabasının arkasında, oğlunun saçlarını okşuyordu. Yüreğinde fırtınalar koparken, içinden “Ali’m” feryatları yükseliyordu.

Ali’nin küçüklüğü geçti gözlerinin önünden…

Yaman çocuktu, cengaverdi, mertti, yiğitti. “Ne kadar da çok olmuş saçlarına dokunmayalı Ali’m” dedi içinden… “Ne kadar da çok olmuş… Kokusuna kurban olduğum ne kadar da çok olmuş…” Olur da Ali duyar, üzülür diye, içinden feryatlar, figanlar ediyordu.

Yutkundu… Geride bekleyenler vardı ve her şeyden önce babaydı. Dimdik durmak, bir kaya gibi heybetli durmak zorundaydı. İçinde dağları deviren bir acının sancıları vardı oysa. Aylardır hasta olan oğlu, ne yaptılarsa sağlığına kavuşmamıştı. Köy yerinde, yokluğun, kıtlığın, kuraklığın ortasında, Ali’nin hastalığı aileyi perişan etmişti.

Resul, ağa gibi, dağ gibi bir adamdı. Bir soğuk pınarın yüreğini serinletmediği bir dağ… Dağa, bir yaman rüzgar değiyordu ve o dağ, için için kan ağlıyordu.

Ali’yi Ankara’ya nihayet ulaştırdı Resul…

30’lu yıllarda, köyde ne doktor, ne ilaç vardı.

Elde avuçta olmamasına, büyük bir fakirlik imtihanından geçmesine rağmen, babalık içgüdüsüyle, elinden gelen her türlü imkanı kullanıp oğlunu getirdi Ankara’ya, doktorlara…

Doktorlar ölmek üzere olan gence bakıp, “Yapılacak bir şey yok” dediler. Ali, solmuş, yüzü beyaza çalmış, ümit diye bir şey bırakmamıştı kimsede…

Yıkıldı Resul. Dağ gibi Resul, titreye titreye ağladı. Dağın içi kaynıyordu. Oğlunun başında dualar ediyordu. Ama yıkılacaktı Resul. İnsanın içini aydınlatan o köy yıldızları altında, son bir kez daha Ali’yi göremeyecek, yeni terleyen bıyıkları ile, babası kılıklıyı seyredemeyecekti. Harman yerlerine vuran rüzgarların huzuru yüzüne değdiğinde.. geceleri yıldızları yorgan bilip uyuduğunda..

Artık Ali olmayacaktı.

Altın sarısı buğdaylar boy saldığında da…

Güneş, en huzur veren ışıklarıyla başakları selamladığında da…

“Ah Alim ahhh” figanları çekecekti artık. “Koçum Ali” mi demeliydi, “AslanımAli” mi, bilemeyecekti.

Ali, az bir zaman sonra Ankara’da, soğuk bir hastane odasında son nefesini verdi. Boğazı düğüm düğüm, “Ben şimdi ne yapacağım?” diye düşündü Resul.

Buğdaylar, boyunlarını bükmeye başladı mı, Resul ve çocukları rençberlik yapmak için komşu köylere giderlerdi. Arpa, buğday biçerler, öküzle tarla sürerlerdi. Ailenin tamamı fakir olduğu için buldukları işlere koşturur, tandır yerinde yufka ekmek pişirecek buğdayı, unu böylelikle kazanırlardı.

Harman vaktiydi körolası…

Ali’nin cenazesini köye götürse, bir sürü horanta perişan olacak, ağıtlar yakılacak, cenaze havası evi, peceyi kaplayacaktı. Harman vakti işe koşulmazsa, koca bir kış bütün aileyi perişanlık beklemekteydi… Bir koca kış nasıl geçerdi? Ali gitmişti gitmesine ama, kalanlar ne yapacaktı? On nüfus, bir başa; dağ gibi Resul’ün eline bakıyordu. Yutkundu dağ gibi Resul. Gidip köye söylese bir türlüydü… Söylemese bir başka türlüydü… Cenaze, yas derken, bir kış boyu bir sürü insan perişan olacaktı.

Bir beyaz kefene, bir tahta tabuta sığmıştı işte Ali’nin on yedi yıllık ömrü. Gözyaşlarını içine akıta akıta, oğlunun cenazesini aldı, Ankara’da bir mezarlığa gömdü. Elini kaldırıp dua ettiğinde, “baba” olmanın ne demek olduğunu o gün anladı Resul. Yavrusunun mezarı başında, toprağı okşuyor, “Ali’m” diye inliyordu. Bugün erkeklik yoktu… Bugün yiğitlik bitmişti. Bugün gören de yoktu… İçinden geldiği kadar ağladı Resul.

Uçsuz bucaksız bozkırlarda köyüne doğru yürürken de hıçkıra hıçkıra ağladı Resul. Bir Allah vardı nasıl olsa duyan. Kimseler yoktu. Kimseye adamlık, kimseye ağalık, kimseye babalık rolü kesmek zorunda değildi. Bir çocuk gibi ağladı, oğluna yol boyunca… Bağıra bağıra ağladı…

Köy, nazlı bir gelin havasında, yeşilin en güzel tonlarıyla uzaktan göründüğünde, Resul, kendisini toparlamış, dağ gibi dimdik duruyordu yine. Yine her zamanki asaletiyle, ağırlığıyla köye girdi. Çocuklar ona hep “Ağam” derlerdi. Baba demeyi hiç öğrenmemişlerdi nedense. Resul Ağa, evinin ağasıydı. Yiğit mi yiğit, asil mi asildi.

Zeynep’e haber verdiler. Resul geliyor dediler. Zeynep, bu yalnız gelişe bir anlam veremedi uzaktan.

Resul yanına geldiğinde, “Ali’m nerede?” diye korka korka sorabildi.

“Hastanede. Durumu iyi, iyileşiyor. Biraz daha yatacak hastanede” dedi Resul..“Aslan oğlum, koç gibi maşallah. Pehlivanlar gibi girecek şu köy meydanına.”

Zeynep rahatladı…

“Allahıma şükür” diyebildi…

###

Harman yerinde yatan mahsuller işlenmişti…

Rençber olan aile, kışlığını garantiye alınca, Resul’ü düşünceler sardı. Şimdi gerçeği açıklayabilirdi Resul…

Ama nasıl?

Nasıl gerçeği..

Nasıl Ali’nin öldüğünü anlatacaktı Zeynep’e… Resul’ün içi harman yeri gibiydi. Savruluyordu her şey adeta.

Gitti halasının yanına, olanı biteni anlattı…

“Hala, Zeynep’e ne olur sen söyle” dedi yutkunarak. “Ben nasıl derim, nasılAli’min öldüğünü söylerim…”

“Oğlum böyle bir şey yapılır mı?” dedi halası…

“Hala yapılır. Geride kalan fukaralar için yapılır… Vallahi de yapılır, billahi de yapılır…” diyebildi.

Hala,“Ben diyemem oğlum. Bu iş sana düşer” dedi…

Çaresiz kalan Resul, Zeynep’e durumu anlattı…

“Allah’tan geldi” mi…

“Taktir böyleymiş”mi …

“Allah rahmet etsin” mi demedi…

Zeynep anlamıyordu. Bağırıyor, feryad ediyor, ağıtlar yakıyordu…

“Ali’m, dağ gibi Ali’m, Aslanım Ali’m” diyor, dizlerini dövüyordu…

Resul, Zeynep’e sarılıyor, teselli veriyordu. Ama nafileydi… “Aslanım Ali’m, dağ gibi Ali’m”diyor başka bir şey demiyordu Zeynep. Çoluk çocuğun figanı, eşin dostun feryadı bütün köyden duyuluyordu…

###

Mevsim kışın habercisi sonbaharı vurduğunda, bozkırlar sarının en altın tonlarındaydı artık…

Büyük şehirden gelen misafirler, uzaktan bir tepeye yaslanmış köye girdiklerinde, bağların üzerindeki sisleri gördüler. “Ne güzel yermiş burası” diye geçirdiler içlerinden…

Kavak ağaçları arasından geçtiklerinde, kerpiçten yapılmış evlerden dışarı masumiyet ışıkları saçılıyordu sanki… Kuraktı burası… Üç beş Türkmen ailesi burayı mesken edinmişti. Türkmen illerinden önce Erzurum Horasan’a, ardından buraya göç etmişlerdi.

Uzaktan elinde uzun değneği, bir duvar dibinde, orta yaşlarda bir kadının oturduğunu gördüler… “Bir selam verelim hele” dediler.

Kördü kadın… Gözlerinin altı, ağlamaktan şişmişti… Ağarmış saçları yemenisinden dışarı çıkmış, çökmüştü… Bakışları da öylesine donuktu…

“Teyze kimsin, kimlerdensin” dediler…

Kadın, yutkundu….

Ben “Ali’nin anası Zeynep’im” dedi… “Aslanım Ali’nin anası…”

###

Hemen hemen herkes evini ona yaptırırdı. İbrahim Usta, kerpiçten ev yapmayı bellemiş, üstelik usta da olmuştu. Babası öldükten sonra evin bütün yükü onun omuzuna binmişti. Fakirlik yakayı bırakacak gibi değildi.

İlk çocukları Mürüvvet dünyaya geldiğinde çok sevindiler. Ardından doğan oğullarına Şahan adını verdiler. Ama Şahan çok uzun yaşamadı, bir sabah vakti öldü. Ondan sonra doğan kızlarına bu yüzden Şahindi adını verdiler. Ardından yedi erkek evlat sahibi oldu İbrahim Usta. Ağır adamdı o da. Babası gibi ağırdı. Sözü, sohbeti dinlenir bir adamdı.

Yıllar geçti, seksen yaşına erişti. Birgün Ankara’dan bir acı haber aldı İbrahim Usta. Kızı Mürüvvet ağır bir hastalığın ardından vefat etmişti. Ölmeden önce kardeşlerine,“Beni dedemle, ebemin yanına gömün” demişti. Çok severdi onları.

Aile, vasiyetini yerine getirdi Mürüvvet’in. Daha iki yıl evvel Hacca gitmiş, Arafat’ta,“Allahım, burayı gördükten sonra artık gam yemem. Beni dünyanın kirine pasına bulaştırma” diye dua etmişti… Çok geçmedi, daha getirdiği zemzemleri bile doğru dürüst ikram edemeden, hastalığın pençesine düştü. Kanserdi Mürüvvet. Üstelik her yanını sarmıştı. “Altı ay yaşarsa yaşar. Yapılacak bir şey yok” dedi doktorlar. İki yıl çekmiş, ama yenilmişti bu amansız hastalığa.

İbrahim Usta’nın karısı Ayşe Kadın, hıçkırıklara boğulmuş, ağıtlar yakıyordu. İbrahim Usta, ilerlemiş yaşına rağmen, ne kadar da zorlasa kendisini kontrol edemiyordu. Gözyaşlarına hakim olamıyordu.“Yavrum, Mürüvvet’im” diyordu…

Mürüvvet’i, dedesi Resul’ün yanına gömdüler…

Ayşe Kadın, kendisini kaybedip bayıldı kızını mezar yerinde görünce…

İbrahim Usta, “Rahat ol Ayşe Kadın” dedi… Elinde bastonu, titreyen bir sesle ağzından şu sözler döküldü İbrahim Usta’nın…

“Rahat ol. Ben kızımı Ağama, Resul Ağama emanet ettim. O ki, Aslanım Ali’nin acısını bile, tek başına yüreğinde taşıyabildi.”

(C) SEBAHATTİN ÇELEBİ

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *